İrfan Alış: Köhne ihtiyarlardan uzak durmak gerekiyor.
Röportaj: Dilara Yiğit
Peyk grubunun solisti, müzisyen İrfan Alış ile mesleki tecrübeleri ve Peyk grubununun geçmişten bugüne gelen sanat yolculuğu üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisine samimi tavrı için teşekkürlerimizi sunarız…
1991 yılında İstanbul Üniversitesi’nde başlayan dostluğunuzla grubun temelleri de atıldı. O yıllardan günümüze kadar geçirdiğiniz yolculuktan bahseder misiniz?
1991 senesinde Serdal ile beraber tanıştık. Daha sonra 1995 yılına kadar grubun diğer üyeleri ile tanıştık. Aslına bakarsanız. İlk tanışma 1991 ama 1995’de ancak bir grup halini aldık. 95’de provalara başladık.
Ardından çalışmalarınızı biraz daha büyüttünüz ve bugün ki halinizi aldınız değil mi?
Bazen uzun aralıklarla müzik yaptığımız zamanlar oldu. Her zaman müzik yapamadık. 2007’de ‘’Suluşaka’’ albümümüzün çıkmasıyla bu sefer daha iyi bir performans yakaladık ve işler daha farklı bir boyut kazandı. Kayıt yapmaya dönük bir süreç başladı. Provalarımız arttı. Ardından 4-5 yılda bir albüm yapmaya başladık. Bazen tekli parçalar yayınladık. Onun dışında canlı kayıtlarımız çok oldu. Üretebildiğimiz kadar üretmeye çalıştık.
Peyk 25 yılı aşkın süredir aktifliğini koruyan bir grup. Türk müzik tarihinde çok sıkça rastladığımız bir durum değil ne yazık ki bu. Siz bu uzun birlikteliğinizi nasıl koruyorsunuz? Anlaşmazlıklar oluyor mu, oluyorsa nasıl çözüyorsunuz?
Anlaşmazlık olmayan bir şey yok gibi. İnsanlar bazen kavga eder bazen güler. Diğer gruplardan biraz daha farklıyız tabi. Çok fazla ticari bir kaygıya kapılmıyoruz çünkü müzik dışında herkesin kendine göre bir işi var. En başından da böyle kararlaştırdık, öyle bir sisteme girmeyeceğiz diye. Hala daha da öyledir. Turne turne gezip hayatını bundan kazanan bir müzik grubu değil Peyk. 25 yıl önceki tercihimizde buydu zaten. Oturduk, konuştuk. Saçma sapan olaylara mı katılacağız? İşim olmaz dedi herkes. O gün bu gündür işimiz de olmaz.
Biz de gidip bir şeyler çalıyoruz, bilet satıyoruz ama bizim işimiz biraz daha keyifli ilerler. Bize mesela 10 konserlik bir turne hiç yazamazsın. Bunların dışında ayda 20 konser yapan gruplar oluyor. Bizimkisi tüketime değil de daha çok üretime dönük. Kendi açımdan konuşmak gerekirse sahneyi çok seven biri değilim. ‘’Sahnede ölüyorum, çok seviyorum sizi…’’ falan öyle bir şey yok.
Tabi özel konserler de yaptık. Geçen yıl mesela circus yaptık. O bir sanat. Orada konseri yaparken de sanat yapıyorsun. Fakat sıradan bir barda hiçbir özelliği olmayan aynı konseri verdiğinde onu sanat diye seyirciye sunamazsın. Onlar, sizi özleyen kitlenizle buluştuğunuz yerlerdir. Yani aslında onun da olması gerekiyor. Ancak bir müzisyen bunu bininci kez yaptığında keyif vermiyor.
Yine de sektöre yeni adım atan bir sanatçı için ‘’pişme’’ noktası oluyor. Böylece o dünyayı da tanımaya başlıyorlar.
‘’Bar Kültürü’’ derken, sanatçının oraya sıkışmasındaki temel sebep devlet politikaları oluyor. Örneğin Peyk’in gidip de herhangi bir yerde konser yapmasını hiçbir devlet kurumu istemez. Çünkü Peyk, lafını yumuşatmaz. Her parti ve politikacı için söylüyorum bunu. Politikacılardan tiksinirim yani. Bana göre bu toplumdaki en iğrenç meslek politikacılıktır. Şu anda 600 tane milletvekili var fakat onların bu toplumla hiçbir alakası yok. Onlar bir şirket. Biz barlarda kendimizce müzik yapıyoruz. Şu ana kadar hiçbir bakanlığın konserinde olmadım. Kariyerimde böyle bir şey yok. Hiçbir üniversite konserim yok. Sadece bir festival üniversitenin içindeydi ama o üniversite konseri sayılmaz çünkü onu üniversitenin düzenlediği bir konser değildi. Peyk olarak hiçbir zaman bu tip yerlerde olmadık. Biz nerede çalmak istiyorsak orası konser yeri olur. İsterse düğün salonu olsun, oraya insanlar gelir. Gözümüz aç değil. 10 bin kişiye çalacak değiliz. Zaten biz o müzik dalını yapmıyoruz. Örneğin bu ülkede Jazz yapıyorsan kaç kişiye çalacağını az çok bilirsin.
Yani bu ülkenin politikacıları gerçeklikten uzaklar. Hepsi hayal dünyasında yaşayan birer zombi gibi. Türk halkının hiç ihtiyacı olmayan şeyleri yapmak için her sabah kalkıyorlar. Üstüne bir de kendilerinin de davaları olduğunu iddia ediyorlar.
Peyk peki bu işin neresinde? Biz bunun fotoğrafını çekiyoruz. Peyk’in şarkılarına baktığınızda Türkiye tarihi ile ilgili dönüm noktalarını görürsünüz. Gezi Parkı’nı ‘’Don Kafa’’ da ve ‘’Yürüyor Sokağı’’ nda görürsünüz. Sonrasında ‘’Köleler ve Kilitler’’ de Suriye sorununu ve öncesini görürsünüz. Daha sonra ‘’Gamsız Öküz’’ de toplumsal vurdumduymazlığımızı anlatır. Tabi bunu toplumunda nasıl olduğu konusunda ironik bir şekilde sunar. O yüzden bizim bu müziği yapma hikayemiz başka. Zaten biz konser yapmasak da bunu yapıyoruz.
Zaten kütlenizle de çok samimi ve içten bir ilişkiniz var. Çoğu şeye aldırış etmeden ilerlemeye çalışıyorsunuz.
Aslında seyircinin ‘’samimiyet’’ dediği o şey, Peyk aslında sahnede prova yapıyor. Tabi ‘’Circus’’ gibi kolektif ve müzikal çalışmalarımız da var, onların yeri ayrı. Sahnede şarkı aralarında muhabbet döner ama seyirciye ‘’hadi elleri kaldırıyoruz, zıplıyoruz…’’ gibi bir animasyonumuz da yok. Dostlarımız gelip bizi seyreder, beraber güzel bir muhabbetimiz olur. Saygı ve sevginin üstünde hiçbir şey olmaz. O yüzden konserler, insanlara her zaman değişik gelir. Hatta bir ara Flu TV’de bir ara canlı konser yapmıştık. İnsanlar yine muhabbetimizi çok sevmişti. Arada çok gevezelik yapmadan aklıma gelen anılarımızı anlatırım. Biz memnunuz yani halimizden.
Kendi açımdan seyircinin bize olan yaklaşımını, samimiyetini çok değerli buluyorum.
Dinleyicinin bu noktada gerçekten önemli bir etkisi oluyor. Peki eserlerinizi yazarken veya bestelerken sizi etkileyen şeyler var mı? En büyük esin kaynağınız nedir?
Aslında şöyle, şarkı yazma işi oturup bir anda ben bu şarkıyı yazacağım demekle olmuyor. Hayatın içerisinde bir şeyler olur. Kimi zaman bu bir yolculuğa çıktığında, çocukluğunu hatırladığında da olur. ‘’Denizdeyim’’ de öyle olmuştu. Şarkının başında annemin genç bir kız, babamın ise bir jön olduğundan bahsediyorum. Bu nokta beni 70’li yıllara götürüyor. Şarkının sonunda ise hiç yaşanmadı, yok olur her şey diyor ve bir hiçlik duygusunu ortaya koyuyor.
Yani hem çocukluğunuzdan hem de günümüzden bir şeyleri harmanlayarak şarkılarınızı yazıyorsunuz.
Sadece çocukluk değil hayat ile ilgili her şey olabilir. Mesela ‘’Don Kafa’’ da toplumun ayağa kalkmamasına karşı bir öfke var. Hani Nazım ‘’Akrep gibisin’’ deyip o topluma kızıyor ama seviyor da toplumu. Yani burada aslında ortak bir duygu var. Mesela ‘’Neden köylüleri öldürmeliyiz?’’ ben şu an bu gruba emeklileri de koyuyorum. Bu kadar şeyin üzerine ‘’don kafa don!’’ ortaya çıkıyor. İnsanlar bu kısımda eğleniyor, zıplıyor ama burada ‘’yürü artık’’ diye bir uyarı veriyor. Bu düşüncedeki insanları, tüm fikirleriyle beraber yakmak istiyorum ama sonra düşünüp ‘’yok ya’’ diyorum.
Yani bir yandan toplumu seviyorsunuz ama topluma karşı eleştirel bir yaklaşımınız da var.
Bu aslında şeye benziyor kendi ayağından nefret eden psikolojik hastalar oluyor. Sonra kendi ayağını vuruyor veya o benim bir parçam deyip vurmaktan vazgeçiyor. Bizimkisi de öyle. Kızıyorum, yakmak istiyorum ama sonra bir bakıyorum kendi bacağımı yakmışım.
Daha önce vermiş olduğunuz bir röportajda “birlikte ürettiğimiz için insan hissediyor” sözlerine yer verdiniz. Bu bağlamda sanatın evrensel ve birleştiriciliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben genellikle kolektif çalıştım. İnsanların üretim alanına hiçbir zaman müdahale etmedim. Kolektif üretimin farklı bir büyüsü olduğuna inanıyorum. Bir insana bir görev verdiğinde ona güvenmek zorundasın. Bu müzisyen, dansçı ya da ressam olsun… Bu konuda şanslı olduğumuzu düşünüyorum çünkü karşımıza hep yetenekli insanlar çıktı. Aynı zamanda kolektif üretim dünyada da çok denenen bir yöntem. Tiyatro, dans ve benzer alanlarda yapılmaya çalışılıyor.
Biz geçen yıl bunu circus da denedik. 54 kişilik bir ekiple, büyük bir sahnede çalıştık. Bu noktada yıllarca barların küçük sahnelerinde çürüdüğümüzü hissetmiştim. Aslında böyle bir hayalimiz de vardı. Plaktan, albümlerden de para gelince arkadaşlarıma dedim ki ‘’Bu parayı neden konser yaparak ezmiyoruz?’’. Bu da bir kolektifti ve bizim için çok eğlenceliydi. Yaptığımız iş fazla evrenseldi. Circus bittiğinde dedim ki ‘’Biz galiba bir şey başardık…’’. Katılan herkesin, orada bunu hissettiğine inanıyorum.
Ardından buradan aldığımız cesaretle ‘’Neden bir müzikal yapmayalım?’’ dedik. Sonuçta bir hikayemiz vardı. Şu anda da bunun için uğraşıyoruz. ‘’Hamiyet’’ adlı müzikalin peşindeyiz.
Sanat üzerinden kazanıp yine sanata daha iyi katkılar yapmaya çalışıyorsunuz. Ki çalışmalarınız da zaman içerisinde büyümüş.
Biraz daha ileriye gidip sanattan kazanmadan da çalışıyoruz. O konuda daha rahatız. Bazen çevremizde milletten borç alarak ‘’abi sonra ödeyeceğiz’’ diyoruz ama bu zamana kadar kimseye de borcumuz kalmamıştır. Ne veririz ne de inkâr ederiz. Tabi bizim de paramız olduğu zaman gözümüzü kırpmadan harcarız bu tip şeylere.
Türkiye’deki hikâye şu: İnsanlar sahne şovu yaparken çok yüksek fiyatlara bilet satıyor. Aynı şovu Roger Waters’da yapıyor. Roger Waters, buraya geldiğinde zaten 2-3 milyon dolara tesisat kuruyor. 1 milyon dolarlık görsel hazırlatıyor sahne için. Roger Waters, buraya gelip sadece gitar çalsa gidilmez mi? Gidilir. Roger Waters ‘’Ben sana özel düşünülmüş, harika bir şov getirdim’’ diyor. Sadece getirdiği ses sistemi bile 2-3 milyon dolardır çünkü adam şov konusunda daha azına razı değil. Sana ‘’Az sonra bambaşka bir tecrübe yaşayacaksın’’ diyor. ‘’Sen bu konser için şu kadar verdin ama bu konser bittiğinde o parayı bana helal edeceksin’’ diyor.
Türkiye’de bu biraz daha banka soygununa benziyor. O panikle art arda özensiz konserler yapıyorlar. Hani bazı entelektüeller ‘’ben hiç Türkçe müzik’’ dinlemiyorum diyor, ben aslında o kişiyim. Hiç dinlemiyorum. Burada beni geliştirebilecek bir şey yok. Bunun içinde fantezi müzikten tut şu anda gündem olmuş müziklere kadar göz atarım. Sonra da ‘’Burada benlik bir şey yok’’ diyorum. Niye yok? Çünkü ben boradan çoktan geçip uzaklara doğru gitmişim. Neşet Ertaş’ı, Aşık Veysel’i her zaman dinlerim. Kendimi sıfırlamak için yaparım bunu. ‘’Bu adamı dinlediğimde bir duygu hissetmiştim, acaba o duygu hala yaşıyor mu?’’ diye bazen dinlerim ve her zaman orada durduğunu görürüm. Onlar başka bir şey zaten, kurşun geçirmezler. Bunların günümüz müziğinde haricinde beni çok etkileyen şeyler yoktur.
Sizi peki daha çok hangi müzik türleri ya da ezgiler etkiler?
Özellikle Kuzey Afrika müziklerini dinlerim. Jazz dinlerim ama her jazz müziğini de dinlemem. Personası olan kişileri dinlemeyi severim. Eski klasikleri dinlemeye çalışırım ama bunları öyle çok dinlemem çünkü bir yerden sonra bayıyor. Türkü mutlaka dinlerim. Bazen parça parça da olsa genç müzisyenlerin kayıtlarını da dinlerim. Bana bir sürü yarı amatör gencin kaydı gelir. Çevremdeki gençlerin kayıtlarını da dinlemeye çalışırım. Bunlara vakit ayırınca başka bir şey dinlemeye vakit kalmıyor zaten.
Yani bir eğitmen olarak genç yeteneklerin yayında olmaya çalışıyorsunuz.
Tabi, benim şarkı yazma atölyelerim vardı. Orada gençlerle birçok etkinlik yaptık. Şarkı yazımı ve yapımı konusundaki tecrübelerimizi aktarmaya çalışıyorduk. Bu şekilde toplam 10 tane atölye yapmıştım. Bu da 400-500 civarında gence tekabül ediyor.
Bunun yanı sıra arkadaşlarım var. Bunu duyup kayıtlarını yolluyorlar, onlarla bir gönül bağımız var. Bu tip işlerde genelde underground kısmını hissetmeye çalışırız.
Bence genç nesle ‘’alt’’ demek çok yanlış olur. Biz bile zaman zaman çoğu şeyi onlardan öğreniyoruz ama çaktırmıyoruz. Onlar daha bilgili ve yeniliğe açık. Zaten eğitim çok saçma bir sistem. Eğitmenliğimde aslında şunu fark ettim, iki tarafta farkında olmadan birbirini eğitiyor. Ben onlara sadece belli noktalarda direktifler veriyorum.
Gerek meslek gerekse kişisel hayatınızda dayanışmaya çok önem veriyorsunuz. Bunun özel bir nedeni var mı? Mesleğinizde dayanışmanın yeri ne derece bir öneme sahip, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Yani elimizde fırsatlar var, çevremiz genişti. Bazı şeylere erişimimiz daha kolay. Bunu neden kullanmayalım? Dayanışma dediğin şey bu işte. ‘’Bende bu var’’ ya da ‘’Sende şu var’’ deyip hepimiz bir şeyler katıyorduk. Toplumun içinde bunu yok ettiler. Yani günümüzde ‘’dayanışmaya önem veriyorsunuz’’ dediğiniz zaman bu sanki çok farklı bir özellikmiş gibi algılanıyor ne yazık ki.
Benim çocukluğumda Avcılar’da bir mahallemiz vardı. Siniler kurulurdu, bütün insanlar lahmacun ve ekmeği aynı anda yapardı. Hayat yine zordu ama bu kadar yalnızlaşmamıştık. O yüzden buna dayanışma demeyelim de bir yere kendini kilitlediğinde ne dışardakiler içeriye girebilir ne de sen dışarıya çıkabilirsin, yani olaya biraz bu yönden bakmak lazım. Dayanışma bence kapıların açık olmasıdır. Herkesin birbirine güvenmesidir. Bu şu an bir ütopya gibi görülüyor. Maalesef içinde bulunduğumuz toplumu bu hale getirdiler.
Bu yüzden ‘’dayanışma’’ dediğimiz şey bugün maalesef aradığımız bir şey oldu.
Evet evet, net bir şekilde söylüyorum bunu. Bu toplumun temelinde ‘’imece’’ vardır. Biz imece ile yaşayan bir toplumduk. Her ne olursa olsun birlikte yaşanırdı. Sonra birileri geldi ve size ‘’modernleşme’’ diye bir şey getirdik, dediler. ‘’Bu size daha mutlu edecek ama kapıyı kilitlemeniz gerekecek’’ dediler. Bu kavramların hepsini topluma empoze ettiler. Sonra işte imece ile yapılan lahmacunlar kayboldu. Şimdi hepimiz dandik ekmekleri yiyoruz işte.
Son olarak KSD okuyucularına ve genç yeteneklere verebileceğiniz özel bir mesaj var mı?
Hiçbir tavsiyem yok. Bizim gibi yaşlı insanlardan hiçbir tavsiye almasınlar. Kendi özgür düşünceleriyle evrensel şeylere baksınlar. Dil öğrenip orijinal kitaplar okusunlar. Var olan sistem ve kimseden hiçbir tavsiye de almasınlar. Toplumun o eski kötü alışkanlıklarından uzak dursunlar. O yüzden gençlere bu anldam bir tavsiye vermiyorum. Kafalarına göre takılsınlar. Bizden çok daha akıllı olduklarını düşünüyorum. Köhne ihtiyarlardan uzak durmak gerekiyor. Buna ben de dahilim. Onlar zaten ne seçeceklerini bilirler.