Ziver Armağan Açıl: Her Hikaye Biriciktir
Röportaj: Mehriban Eylül Giriftinoğlu, Dilara Yiğit
Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü’nü okuduktan sonra, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Tiyatro Bölümü Oyunculuk Ana Sanat Dalı’ndan mezun oldu. Yine aynı okulda Yönetmenlik Yüksek Lisansı yaptı. Sahnede ve ekran önünde birçok karaktere hayat verdi… Halen yazarlık, yönetmenlik, koreograflık ve oyunculuk yapmaya devam eden çok yönlü sanatçı sevgili Ziver Armağan Açıl’a bu keyifli sohbetimiz için çok teşekkür ederiz…
Oyunculuğa karşı hep bir ilginiz var mıydı? Çocukken geleceğe dair bu tip hayaller kuruyor muydunuz?
Oyun oynamaya karşı bir ilgim vardı. Çocukluk dönemim Fatsa’da geçti. Bundan yıllar yıllar önce. Şimdiki gibi her şeye kolay ulaşılamıyordu. Dolayısıyla bizim eğlence biçimimiz oyun kurma ve üretme üzerineydi. İlkokulda, mahalledeki çocuklara Karagöz-Hacivat oynatıyordum. O zaman ‘’tiyatrocu olmalıyım ‘’ şeklinde bir düşüncem yoktu. O zamanlar oyun şeklimiz buydu. Türkçe kitaplarındaki Karagöz-Hacivat figürlerini yapıp mahalleliye bilet satardım. Çıkışta da paralarını geri verirdim. Yani içeri girmek için para öderlerdi ama çıkarken kıyamazdım geri verirdim. Küçükken böyle şeyler yapardım ama oyunculuk ile ilgili bir fikrim yoktu. Daha çok doktor olmayı falan istiyordum.
Peki Bilkent Üniversitesi’nde İktisat okuma fikri nasıl oluştu?
Yanlışlıkla kazandım aslında. ÖSS facialarından biriyimdir. Matematik-Fen bölümünden sınava girip İktisat kazandım. Aslında gitmeyecektim. İstediğim bir okul ya da bölüm değildi. İngilizcemi geliştirmek için hazırlık okumayı tercih ettim. Tam da o sırada hayatıma tiyatro girdi. Bir gün eve dönerken durağa yapıştırılmış bir ilan gördüm. Afişte ‘’Tiyatro Kulübü Toplanıyor!’’ yazıyordu ve oraya gitme kararı aldım. O gün hayatım değişti. Sırf o tiyatro kulübü yüzünden İktisadı okudum. İkinci sınıftayken tiyatro okumaya karar verdim ancak ailem izin vermedi, önce İktisadı bitirip sonra tiyatro ile ilgilenmemi istediler.
Yani Bilkent Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra tiyatroya başladınız.
Hayır, mezun olmadım. 3. sınıfı okurken tiyatro için sınava girdim ve hayat beni bu günlere kadar getirdi.
Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde de çok önemli isimlerden eğitim aldınız. Mesleğinizle ilgili onlardan öğrendiğiniz en önemli ders neydi?
Açıkçası ‘’en önemli’’ olanı nasıl ayırt ederim bilmiyorum. Temel olan galiba bu işin ‘’oyun olduğunu unutmama’’ düşüncesi. Tiyatro ya da oyunculuk denilen şeyin aslında ‘’oyun oynama’’ ciddiyeti ile yapılması gerektiği. Bir çocuk nasıl oyun oynuyorsa biz de o şekilde oynuyoruz. Yani belli kurallar var ve bu kurallara uymayanlar, çocuklar arasında, ‘’mızıkçı’’ oluyor. Biz de belli kurallar çerçevesinde yapıyoruz işimizi. Bunu yaparken çok ciddi olmalıyız ama dışarıdan bakıldığında da ‘’bunun aslında çok ciddi bir yanı yok’’ hissini vermemiz gerekiyor. Oyunculuk biraz daha çocuksudur. İçindeki çocuğu hep önde tutmaktır. Bunu da galiba okuldan öğrendim.
Aslında konservatuar ya da tiyatro, insanı birçok noktada pes ettirecek duruma getirebiliyor. Sizin hiç pes ettiğiniz noktalar oldu mu?
Olmaz mı?… Sanıyorum bu meslek ile ilgili değil de ülke ya da eğitim sistemi ile ilgili olabilir. Zorlayan bir sürü faktör vardı. Tiyatroda henüz ikinci sınıfı okurken Mavi Sahne adında bir tiyatro açmıştım. O tiyatro hala devam ediyor. Hayat sürekli zorlaştığı için ortaya çıkan engeller de artıyordu. Bu süreçte pes etmek benim için çok aykırı bir davranış olurdu. Zarar görürüz, yıkılırız ama kalkar bir şekilde devam ederiz.
Sanırım birden çok tiyatro açtınız, değil mi?
Evet, biraz öyle oldu. Tiyatro binası demek daha doğru. Ankara’da birçok tiyatro açıp batırdık. Hepsinden borçlar elde ederek devam ettik. Özellikle Türkiye’de özel tiyatro yapmak maalesef çok zor. Özel tiyatrolar desteğini sadece seyirci ve bilet satışından alıyor. Bunu devam ettirmek, üstelik de ülke ekonomisinin her dağılışında ilk etkilenen mekanlardan biri olmak çok zor ve acı. Haliyle bir çok tiyatro yaptık, bir çok tiyatro batırdık. Yine yaparız, yine batırırız…
Bu tiyatroları kurarken temel motivasyonunuz neydi?
Galiba anlatacak derdimin olmasıydı. Bunları kendi işlerimde daha iyi anlatabileceğimi düşündüm. Dolayısıyla bir tiyatroya ihtiyacım vardı. Farklı tiyatrolarda farklı konumlarda da çalıştım ama kendi tiyatromda ne anlatmak istiyorsam onu anlattım.
Mezun olduktan sonra yönetmenlik üzerine bir yüksek lisans yapmışsınız.
Bölümümüzde oyunculuk için bir yüksek lisans yoktu. Farklı bir dalda yüksek lisans yapmak benim için daha iyi oldu. Kendi tiyatrom olduğu için yönetmenlik üzerine bir şeyler yapıyordum. Asıl derdim yönetmenliğin akademik yönünü öğrenmekti. O zamanlar okulda kalıp öğretim görevlisi olma düşüncem de vardı. Tabii daha sonra eğitmenliği üniversitede yapmaktan vazgeçtim. Yaklaşık 25 yıldır gençlerle çalışıyorum. Onu da hiç bırakmak istemiyorum çünkü hala yeni yeni, bir sürü şey öğreniyorum.
Okuldaki hocalarımdan öğrendiğim en önemli şeylerden biri de şu: Dünyada kaç milyar insan var? 8 milyar. Peki bu zamana kadar yaşamış ve ölmüş kaç milyar insan var? 150 milyar olduğu tahmin ediliyor. 150 milyar insan aynı zamanda 150 milyar hikâye demek. Onların hepsini araştırma isteğiyle yola çıkıyorum. Tanıştığım her insan benim için bir hikâye. Herkesin bir hikayesi var ve bunu anlamaya, bir şekilde aktarmaya çalışıyorum. Sonra bir gün oyunumu oynarken, yazarken veya yönetirken yeniden o insanlarla buluşuyorum. Galiba bu da onlardan biri. Her insan bir hikayedir. Her hikaye biriciktir.
Yazarken dediniz, oyun da yazıyorsunuz sanırım…
Oyun da yazıyorum. Yokluklar yaratıcılığı güçlendirir derdi hocalarımız. Elinizde her şey varsa bir süre sonra herhangi bir şey yapmaya hevesiniz kalmıyor. Hiçbir şey yok ama yapmak zorundaysanız da kendinizi geliştiriyorsunuz ve yapmaya çalışıyorsunuz. Oyun yazmak da aslında bu şekilde oldu. Özel tiyatro koşullarında telif ödemek çok zordu. İstediğimiz her oyunu alamıyorduk dolayısıyla kendi oyunumuzu yazmaya çalıştık. Bir de az önce dediğim gibi kendi hikâyemi anlatma fikri ortaya çıkınca oyunları da kendimiz yazmaya başladık. Zaten oyunculuk eğitimi alırken yazarlık ve kuram üzerine de birçok ders alıyorduk. Turgut Özakman, Sevda Şener, Nurhan Karadağ, Ayşegül Yüksel gibi hocaların tedrisatından geçince bir şeyler yazma isteği de gelişiyor.
İncelemeniz için size tiyatro oyunu gönderildiği oluyor mu?
Geliyor, hatta az önce bir arkadaşım yine ‘’Hocam şöyle bir oyun var, bakabilir misiniz?’’ diye ricada bulundu. Gelen oyunların çoğunu kısa bir şekilde raporluyorum. Özellikle yüksek lisansta öğrendiğim şeylerden biri de her şeyin sahneye taşınabileceğiydi. Bu bir resim, fotoğraf, şiir ya da gazete küpürü olabilir. Tamamen nereden yola çıktığınıza bağlı. Önemli olan şeylerden biri de oyunu kime yaptığınızdır. Bu bağlamda gelen senaryoları ve metinleri okuyorum ama ilk sorduğum şey ‘’Bu oyunu kime sunacaksın?’’ oluyor.
Peki siz küçük sahnelerde az seyirci için oynamayı mı yoksa büyük sahnelerde daha kalabalık bir seyirciye oynamayı mı seviyorsunuz?
Ben içerideki her nefesi hissetmeyi seviyorum bu yüzden küçük sahneleri tercih ediyorum. Bu da gelenekselci tavrımdan geliyor olabilir. Hem aldığım eğitim hem de tezim ‘’Geleneksel Türk Tiyatrosu’’ üzerineydi. Göstermeci bir yapı vardır ve seyirciye ‘’kendini çok kaptırma, bak biz buradayız, sen oradasın’’ der.
Geleneksel Türk Tiyatrosu demişken kendinize örnek aldığınız isimler var mı?
Yani Ferhan Şensoy zaten hepimizin ustası gibi. Kendisinin geleneksel tiyatroyu modernleştirme adına yaptığı her şey güzel bir örnek olmuştur. Okuduğum bölüm ve asistanlığını yaptığım hocam Nurhan Karadağ’da Geleneksel Türk Tiyatrosu üzerine çalışmamı sağlayan kişilerdendir. Ama gelenekselimizi çağdaşlaştırma yönündeki hevesimin sebebi Tom Stoppard’dır. O da benim ufkumu açan isimlerden biridir. Kendisi bir Shakespeare profesörüdür. Klasik Shakespeare’i günümüze taşıyan, yeniden yorumlayan kıymetli bir isim. 500 yıl önce yazılmış bir metni, bugüne nasıl uyarlayacağımızı ondan öğrendim. ‘’Aşık Shakespeare’’ bunun en iyi örneklerinden biridir. Yazım ya da yönetmenlik konusunda bir fikri, özelliğini bozmadan, başka bir şekle nasıl uyarlamam gerektiğini Tom Stoppard’dan öğrendim diyebilirim.
Peki siz öğrencilerinize oyunculuk ile ilgili eğitim verirken nelere dikkat ediyorsunuz?
Oyunculuğun kas refleksi olduğuna inanıyorum. İçeriden gelen bir hale dönüşmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun için bazı egzersizler var. En önemli egzersizlerden biri kitap okumak. Dramatik yapıdaki hikâye hakkında ne kadar çok bilgi edinirsek o kadar ilerleriz. Gözlem yapmak önemli. Fakat sokakta herhangi bir şeyi gözlemlemek yetmeyecektir. Metinden bir karakteri gözlemleyerek çok daha hızlı ilerleyebiliyoruz. Bir de yapmadan olmaz diyorum meslektaş adaylarıma. Söyleme yap…
Öğrencilerinize ve bizlere önerebileceğiniz bir kitap var mı?
Peter Brook’tan ‘’Boş Alan’’ kitabını önerebilirim. Bir oyuncunun enstrümanı bedenidir. Bazı dönemler sahnede oyuncudan çok dekora, kostüme, müziğe ya da gösterişe önem verilmiş. Yani oyuncu ve oyunculuk üzerinden değil de başka bir gösterime dönüşmüş. Bunda özellikle sinemanın da çok etkisi olmuş. Sinemanın görsel olanakları zamanla tiyatroda yeni arayışlara sebep olmuş. Tiyatro bununla yarışmak için daha farklı şeylere önem vermeye başlamış. Sonuç ne olursa olsun her zaman oyuncuya geri dönülmüş. Özellikle pandemiden sonra daha az kadro ile yapılan oyunlarda, oyuncu gücü ve minimal dekor ile bir şeyler izlemeye başladık. Oyuncu ne yapacaksa en iyi şekilde yapacak ve geriye kalanlar aslında birer süsleme olacak.
Biraz tiyatro ağırlıklı bir şekilde ilerledik. Kamera önünde de birçok işte yer aldınız. Hangisi sizi daha çok tatmin ediyor?
Kamera önünü de çok seviyorum aslında. Bence ikisi arasında çok büyük bir fark yok. Nerede yaptığın önemli değil. Ne yaptığın önemli. Sadece teknik farklar var. Tiyatro için 1 ay boyunca prova yapıyorum. Fakat kamerada böyle bir şansım yok. Uzun bir prova süremiz olmuyor. Sanırım tek farkı bu. Oradaki parçalı hali beni müthiş heyecanlandırıyor. Bu yüzden kamera önünü ayrı seviyorum.
Şu anda yürütmekte olduğunuz projeler var mı?
Şu anda bir tiyatro oyununda koreografi yapıyorum. Televizyon için düşündüğüm bir proje henüz yok. Sinema için görüştüğüm bir çalışma var ama o da zaten tam anlamıyla belli değil. Yakın dönemde televizyon için ‘’Dilek Taşı’’ vardı. Misafir oyuncu olarak yer aldım. Geçen yıl oynadığım ‘’Meryem’’ adlı film ile en iyi erkek oyuncu ödülünü aldım. Artık başkasına verilmiştir muhtemelen.
Ödüller sizde bir motivasyon sağlıyor mu?
Yok, hayır. Benim için çok önemli değil. İşimi ödül için yapmıyorum. Tabii ki mutlu oluyorsunuz, gururlanıyorsunuz ama hiçbir şey ödül için değildir. Oyunumu izleyip çok beğenen bir seyircinin takdir etmesi de benim için hemen hemen aynı değere sahiptir.
‘’Evet, başarılıyım’’ dediğiniz zamanlar oluyor mu?
‘’Başarılıyım’’ demiyorum, hiç öyle bir şey demem de. Bu zaten mümkün değil. Oyunculuğu biraz doktorluğa benzetiyorum. Bir doktorun ‘’ben artık dünyanın en iyi doktoruyum’’ dediği anı bir düşünün. En iyi olmak büyük bir yanılgı bence. Okumadan, yeni teknolojileri takip etmeden ilerleyemez. Oyuncu da tam olarak buna benzer. Benim için her oyun sıfırdan başlamak gibidir. Bu yüzden kendime hiçbir zaman “tamam artık ben oldum” demedim.
Sahneden yaşanan komik aksaklıklardan dolayı ortaya çıkan güzel anılar olur. Öyle bir anınız oldu mu?
Bir sürü var, hangisini anlatacağımı bilmiyorum. Beni en çok etkileyeni anlatayım o zaman: ‘’Çağdaş Oyuncu Kimdir?’’ başlıklı bir tez yazmıştım ve ‘’çağdaş meddah’’ olarak sergilediğim bir buçuk saatlik oyunum vardı. Bu oyunu hem yurt içi hem yurt dışı olmak üzere yaklaşık 400 temsil yaptım.
O zaman Taksim’de bir sokak festivali vardı. Ben de bu oyunu sokakta sergiliyordum. Ellerinde madde poşeti olan iki çocuk geldi oyun sırasında. Seyirciler bir daire şeklinde etrafımda toplanmıştı. Çocukların biri sağımda diğeri solumdaydı. Tek kişilik oyunum birden üç kişilik olmuştu. Beni çok tedirgin etmişlerdi. Çocuklardan birisinin elinde de kesici bir alet vardı. Ekip de tedirgin olmaya başladı. Bu oyunu oynarken perde arası veriyordum. Perde arası verdiğimde de şapkamı ortaya koyuyordum, dileyen istediği kadar para atıyordu. Meddahlık geleneğine atfen. Fakat o sırada perde arası verirsem seyirci gider diye düşündüm. Onun yerine benimle gelen bir öğrencime şapkamı verip, seyirciler arasında gezdirmesini istedim. O şapkayı alıp gezmeye başladı. Madde kullanan diğer iki çocuk ise öğrencimin peşine takıldılar. Öğrencim, ekip arkadaşlarım ve ben daha çok tedirgin olmaya başladık.
Çocuklardan birisi öğrencimin omzuna vurmaya, öğrencim de kaçmaya başladı. En sonunda o çocuk, öğrencimin omuzlarından tutup sert bir şekilde kendisine çevirdi ve şapkanın içine 1 TL attı. Oyun oynarken gözlerimden yaşlar akmaya başladı. O an ‘’biz yanlış düşündük be’’ deyip ağladım biraz. Oyundan sonra çocuklarla konuşmaya çalıştık ama mümkün değil. Bu anı benim için inanılmaz bir deneyimdi. Bu deneyimi hiçbir öğrencime öğretemem.
Tabii her zaman böyle güzel anılarımız olmuyor. Geriye dönüp baktığınızda yaşadığınız bir pişmanlık var mı?
Genel olarak ‘’keşke’’ demem. O yüzden bir pişmanlığım da yoktur. Bir şey yaşadıysam tam şu an bu sandalyede oturan Ziver’i oluşturan etmenlerdir. Eğer herhangi birisine ‘’keşke’’ dersem burada oturmamın anlamı yok. O yüzden hepsini doğrusu ve yanlışıyla yaşadım.
Peki son olarak oyuncu olmak isteyen genç yeteneklere verebileceğiniz öneriler var mı?
Kendilerini tam olarak nerede görmek istediklerine karar versinler. Günümüzde oyuncunun adı artık ‘’popüler ünlü’’ oldu. Tiyatro oyuncusu olmak istiyorsan çok okumak, çalışmak ve izlemek gerekir. Tiyatronun ne olduğu ile ilgili bir fikre sahip olunmalı. Eğer öğrenci sadece ünlü olmak istiyorsa konservatuar okumasını anlamsız buluyorum çünkü bir yerden sonra yapamayacağı bir işe dönüşür. Her ne kadar çocuk gibi oyun oynuyoruz desem de ciddiyet ve disiplin burada devreye giriyor. Şunu da unutmamak lazım ustanın da dediği gibi ‘’Oyunculuk aslında çok kolay bir meslektir, ilk 30 yılı saymazsak’’ işte bu 30 yılı göze almak gerçekten önemli…