Hakan Aytekin: Ben her şeyden önce, insana odaklanan birisiyim.
Röportaj: Dilara Yiğit, Eylül Giriftinoğlu
Lisans eğitiminizi Ankara’da, yüksek lisans ve doktoranızı ise İstanbul’da tamamladınız. Çalışmalarınız daha çok belgesel sinema üzerine oldu. Sinemada farklı türler olmasına rağmen tercihiniz neden belgesel sinema yönünde oldu?
Bunun birkaç nedeni var; bir tanesi, yetiştiğim ortam buna çok fırsat yarattı. Ben Köy Enstitülerinin ilk mezunlarından birinin çocuğuyum. Dolayısıyla onların bilgiyle hayat arasında nasıl ilişki kurduğunu bizzat yaşayarak öğrenen birisiyim ve o anlamda çok şanslıyım. Bizim evde kitaplar, kitaplar, kitaplar vardı. Evimize yazarlar, çizerler gidip gelirdi. Bilginin içinde harman oldum. O bir kere beni çok beslemiş. Ben henüz ilkokul 2. sınıfta sizin kuşağın neredeyse çoğunun ama bizim kuşağın da epey kısmının adını bile hatırlamadığı yazarların; Kemal Tahir, Kemal Bilbaşar, Fakir Baykurt gibi yazarların, külliyatını okumuştum.
İkincisi ise; gene sosyolojik olarak yaklaşıyorum, ben bir göçer ailenin bir iki kuşak önce yerleştirilmiş bireylerinin devamıyım ve hala çok canlı bir göçer kültürün içinde büyüdüm sayılır. Ben yazın dört ay köyde kalırdım. Ve çok cazip bir göçer kültürü gözlemleme şansım olmuştu. O zaman defterler tutardım, bazıları hala duruyor. Yer adlarından insan lakaplarına, beddualardan farklı sözcüklere bir tür derleme sözlüğü gibi şeyler yapmışım 12-13 yaşındayken. Belli ki o beni tetiklemiş. Bir yandan o bilgi ortamında olmak bir yandan o kültürün içinden gelmek… tabii bütün bunların asıl tetikleyici olan kısmı, lise ikideyken televizyonda rastladığım bir belgesel. Ben o filmi seyredince çok etkilendim. Onun bir belgesel falan olduğunu kavram olarak o zamanlar bilmiyorum tabii. Filmin sonunda birinci bölümün sonu yazdı, çok sevindim. Demek ki haftaya ikinci bölüm de olacak. (gülüyor) ikinci bölümü de izledim, orada bitti. İki bölümmüş. (gülüyor) Orada bir isim aklıma kazınmış, Suha Arın diye. Ve ben üniversite sınavına girdiğimde sadece 7 tane tercih yaptım. 6 tanesi basın ve yayın yüksekokuluydu, sizin şimdiki iletişim fakülteleriniz. Çünkü o zaman Türkiye’de sadece altı tane vardı. Bir tane de ODTÜ’den bir bölüm yazmıştım ama ben birinci tercihim olan Ankara Basın Yayın Yüksek Okulu’na girdim. Orada da çok tuhaf bir şekilde duvardaki bir öğrenci duyurusunun altındaki imzanın Suha Arın’a ait olduğunu gördüm. Kapısını çaldım, çok şaşırdı tabii… Ben onunla 1979-1980’de çalışmaya başladım. Ölene kadar zaman zaman ayrılsak da onunla çok uzun süre birlikte çalıştık. Suha Arın’ın 60’ın üzerinde belgeseli var, sadece iki tanesinde ortak yönetmenlik yaptı; biri Hasan Özgen’le, biri de benimle. Dolayısıyla o döngü tamamlandı ve yerini buldu.
‘’enstANtane’’ adlı belgeselinizde Mardin’den göçen Süryanilerin hikayesini ele aldınız. Bir fotoğraftan yola çıkarak oluşturduğunuz bu belgeselde sizi etkileyen en önemli unsur neydi? Bu belgesel yeni projelerinize olan bakışınızı etkiledi mi?
Aslında ben dönüp kendi tarihime bakıyorum, ben ne ile uğraşıyorum diye soruyorum. Ukalalık gibi algılamayın ama olgunlaştıktan, üretime doyduktan sonra insanın yaptığı bir şey. ‘’Ya ben ne yaptım ne ile uğraştım diyorsunuz.’’ Ben şunu fark ettim, ben çok unique, çok basit, tek bir imgeyi alıp o imgenin etrafında oynamayı çok seven birisiyim. Bu “enstantane” de bir fotoğraftı, “masumiyet”te bir şiirdi, “Yaşayan Gölgeler”de gölgeydi. Ben bunların etrafında, aslında hayatın bu imgelerle sınırlı olmadığını, o imgelerin bir sürü şeyin rafine edilmiş hali olduğunu düşünerek o rafinenin ham maddelerini bulmaya çalıştım. enstANtane de öyle bir şey, bir fotoğraf görüyorsunuz; 18 kişi var. Ben çok uzun zamandır Süryani kültürü üzerine çalışan birisiyim. Dünyada da böyleyim sadece Türkiye’de değil. Dolayısıyla ben o fotoğrafı ilk gördüğüm zaman dedim, ‘’Tamam, ben Süryaniler üstüne olan üçüncü filmimi yapıyorum.’’ Bir gece Facebook’ta karşıma çıkan o fotoğrafla. Fotoğrafı Almanya’da yaşayan bir Süryani paylaşmıştı. Hemen onunla kontak kurdum. Fotoğrafı paylaşan kişi de filmdeki Ferit Sağ. Hemen bir Word dosyası açtım, ‘18’ diye başlık attım. Hemen bir hayal kurdum, o 18 kişi ile bu fotoğrafı sorgulasam ben falan… Hemen bir araştırmaya giriştim, fotoğraftaki kişilerden 16’sının yurtdışında, ikisinin Türkiye’de olduğunu ve fotoğrafın çekildiği yerde yalnızca bir kişinin kaldığını öğrendim. dolayısıyla “Ben,” dedim, “on sekiz kişiye de ulaşacağım”. O fotoğraf anını- “an” deyince o “18”in üstünü çizdim, oraya “an” yazdım. Oradan enstantane… enstantanenin içinde de “an” var. Sonra İngilizcede uygun karşılık aradım “instant”ı buldum. “Tamam,” dedim “ben AN-enstANtane-instANt böyle bir şey yapacağım. O fotoğraf anını bir belleğin çıkış noktası olarak alayım; onun öncesinde nasıl bir dünya vardı, o fotoğrafın çekildiği andan bu ana kadar o insanların yaşamı nasıl değişti, dönüştü, o insanların hafızasında ne kaldı?
Bu işi yapacaksanız, mutlaka bilgiyle donanmalısınız. Bu konuda babam İbrahim Aytekin’e ve ustam Suha Hocaya çok şükrediyorum. En az üç dört kaynaktan bir bilgiyi doğrulamadan kullanmaz, bize de kullandırtmazlardı. Dolayısıyla önce bilgiyle donanacaksın, sonra alana çıkacaksın. Çekimlere sekiz-dokuz ay sonra başladım. Yapımcı ortağım Özcan Geçer ve Ferit Sağ sayesinde, o süre içerisinde 18 kişiye de ulaştık. Bir yandan finans arıyorsun, bir yandan onları iknayla uğraşıyorsun. Bir yandan da yaratıcılığımı ortaya koyacağım. (gülüyor) 18’ine de ulaştık ama 15’ini ikna edebildik kamera önüne geçmeye.
Çalışmalarınıza bakıldığında toplumun farklı kesimlerinden pek çok düşünceyi barındırmaktalar. Çeşitli hayat görüşlerinden insanlarla çalışmanın, onlarla ortak bir iletişim kurmanın kilit noktası nedir?
İnsan olmak. Ben her şeyden önce, insana odaklanan birisiyim. Benim Süryanilikle hiçbir ilişkim yok. Lokasyon olarak da onların yaşadığı yerlere ait değilim. Ben İç Anadolu’danım; üstelik dağlarda göçebe olarak yaşayan Avşar kökenli bir ailenin çocuğuyum. Hiç yan yana gelebilecek şeyler değil. Benim Süryanilerle çalışmamın nedeni de bir mektup. Çöpe atılan bir mektup. TRT’de yayınlanan “İstekler” programına Hollanda’dan İsa Bakır adındaki bir Süryani üç sayfalık bir mektup atmış. ‘’Ben ve akrabalarım köyümüzü terk ettik, şimdi dünyanın değişik yerlerinde yaşıyoruz bana ve aileme Orhan Gencebay’dan Hasret Rüzgarları’nı çalar mısınız?’’ Ben o mektubu aldığım an, “Bunun hakkını vermem lazım” dedim. Tam 9 yıl Süryaniler hakkında okudum, yazdım, çizdim. 2001 yılında Kanal D bana bir teklifle geldi, Keşifler Atlası isimli bir belgesel dizi var; onun bir bölümü de Süryaniler hakkında çekilecekmiş. Bana “Sen çeker misin?” dediler. Ve ben “Işık Sesini Arıyor”u öyle çektim. O mektupla tanıdığım bir halkın belgelenmesini yaptım. Sonra da ben o adama mektup yazdım. Cevap gelmedi tabii. (gülüyor) Ama ben o oyunu sevdim. Biraz da yazma çizme merakından, babam da şiir falan yazardı, yazma yanımı da biraz ona borçluyum, edebiyat öğretmeniydi. Ben o tanımadığım adama gıyabında mektuplar yazmaya başladım. Yazdıklarım dergilerde, internet sitelerinde yayınlandı. Bir yıl sonra bir Süryani arkadaşım bana “Ahuno (dostum) ben İsa’yı buldum, o yaşıyormuş. Bu da yeni adresi,” diyerek adresini verdi. Ben de bir mektup daha yazdım gene adamdan ses seda yok. Bir yıl sonra posta kutusuna sığamayacak kadar kocaman bir zarf geldi. İçinde mektuplar kartlar… İsa Bakır o kadar etkilenmiş ki, bir yandan da o kadar korkak bir halk ki… Ama yine de o duygulara yenilmiş bana cevap verme ihtiyacı duymuş. Sonrasında başladık yazışmaya.
Senarist ve yönetmenliğinizin yanı sıra akademisyenlik de yapmaktasınız. Teori ve pratikteki bilgilerinizi genç yeteneklere aktarmaktasınız. Akademiyle olan ilişkiniz sanatınıza yansıyor mu? Bu ilişki yeni projelerinizde sizi motive ediyor mu?
Bu aslında paradoksal bir ilişki. Çünkü belgesel sinema bilgi olmadan yapılabilecek bir alan değil. Kurmaca sinemada hayal gücünüz sizi çok besleyebilir. Orada sadece dramaturginin gerektirdiği kadar kuralları bilmeniz ve hayal etmeniz size bir film yapma fırsatı yaratır. O filme inanmak inanmamak o sizin yapma becerinize kalmış bir şey. Ama belgesel sinema dediğimizde buna inanmak için insanların gerçeklik algısını ayağa kaldırmanız gerekiyor. Bunu yapabilmek için de siz manipüle etmeden ve bilimsel bilgiyi didaktik hale getirmeksizin, işin içine sindirerek verirseniz bunu sağlayabiliyorsunuz.
Akademi ister istemez daha kanıta dayalı bir alan, bilimin doğasında olan bir şey. Bu da bilgiyi soğuk hale getiren bir şey, didaktik hale getiren bir şey. Filmi böyle yaparsanız- bir tabir vardır “TRT belgeseli” diye, metinde “İşte cezveyi görüyorsunuz, bu cezveden akan kahvedir” diye olanı tarif eden bir üsluba kayabiliyorsunuz ya da tamamen uzman görüşüyle insanların anlatmayacağı bir üst dile gidiyorsunuz. Bunlar sanata çok uygun terminolojiler, yöntemler değil. Bilgiyi alıp özümseyeceksiniz, akıldan çok duyguya seslenmeniz gerekiyor. Ama ajitatif şekilde değil inandırarak duyguya sürüklememiz lazım. Orada da o bilimsel temele ihtiyacımız var. Biri olmaksızın diğerini yapmak mümkün değil. Birinin dozunu kaçırırsak diğerine zarar veriyor. İkisinin arasında bir yerde kalmaya çalışıyorum. Mesela Rahmetli Suha Hocanın bir tabiri vardı, ‘’bilimle sanatın buluşma noktası’’ derdi belgesel sinemayı tanımlarken. Biz de yıllarca onu savunduk, hala da onu yapmaya çalışıyoruz. Bilimsel bilgiyle beslenip akıl kadar duyguyu da, kalbi de devreyi sokarak var olan dünyaya, sahici bir dünyaya seyirciyi sokmaya çalışıyoruz. Kurulan bir dünya değil, sahici bir dünyaya. O yüzden bilimsel olmak zorundasınız.
Mesela YouTube’da bazı kanallar var ve onlar da belgesele benzer şeyler yapıyor. Tabii siz daha iyi bilirsiniz hangisi belgesel. Bunlar artık yeni belgeselcilik anlayışı olarak kabul edilebilir mi? Bunlar çekimsel ve teorik olarak yeni belgesel anlayışı olarak kabul edilebilecek şeyler mi?
Edilebilir, niye edilmesin? Bir sürü insan da bu konuya olumlu bakıyor. Bu işte birkaç kriteri eğer görebiliyorsanız o yapıların içerisinde, belgesel demenizde bir sakınca yok. Ama bence asıl değişen sergileme, gösterme biçimi. Değişen şey kameranın durduğu yer ve o, aslında bu tabiri sevmiyorum ama, post-modern dünya dediğimiz kavramın görsel bir tür izdüşümü gibi oluyor. Birbiriyle ilişkisiz. Mesela o filmlerin hiçbirinde oradaki insanların neden orada olduklarına ilişkin bir bilgiye erişemeyiz. Onların birbirleriyle olan diyalektik bağlarıyla ilişkin çok bilgi sahibi olamayız. Onların anlık öfkelerini tepkilerini hoplayan zıplayan bir kamerayla görebiliriz. Bu bizi yakalar, neden yakalar çünkü özellikle günümüzün seyir tahammül sınırı 40-45 saniyeye düştü. Ve siz de işte “reels”larla “story”lerle çok kısa sürede bir şey seyreder algılar hale geldiniz. Oysa belgesel sinema önünü arkasını sağını solunu da bir şekilde anlatma kaygısı güdüyor. Kastettiğiniz yapımlar onlardan kopartılan sadece seyirlik yanıyla, ilginçlik yanıyla öne çıkıyor. Bize bir dokunup kenara çekiliyor, o hayatı sorgulatmıyor bize. Ben belgesel sinemanın sorgulatıcı yanından yanayım, buna birçok kişi karşı çıkabilir. Ama ben belgesel sinemayı bu yüzden seviyorum. Ben toplumdaki bir çelişki ağını görmek, ona dikkat çekmek belki mümkünse onun nedenlerini niçinlerini ortaya koymak gibi bir bakışla bakıyorum. Kastettiğiniz belgeselciler o sırada oraya geliyorlar, görüyorlar, çekiyorlar, sonra da teknolojinin verdiği olanaklarla seyir sürükleyiciliğine dayanarak bir yapı kuruyorlar. Yani sorunsallaştırmadan, sadece yeni bir seyir estetiği yaratarak.
Mesela “reels” dediniz, biz de stratejik olarak etkileşimimizi canlı tutabilmek için çok fazla kullanıyoruz “reels”ları ve kısa içerikleri. Peki sizce belgesel sinema, tamamen “reels”a indirgenemez ama, öyle bir şey yapmak istediğimizde böyle mecralarda bir dakikaya iki dakikaya indirgenebilir mi?
Bu yapmak istediğiniz olguya ve sizin yaklaşımınıza bağlı olarak yapılabilir. Niye yapılmasın? Oradaki mecrayı niye kullanmayalım? “Reels”ı niye kullanmayalım ya da “story”yi? Kullanabiliriz. Bunun için bir engel yok ama siz nasıl bir çerçeve çizeceksiniz, anlatınızı neyin üstüne koyacaksınız, neyi sorunsallaştıracaksınız, neyin sinema diliyle, estetiğiyle yan yana gelmesini sağlayacaksınız? Kilit nokta orada bence. Ama “reels”ların çoğunda olduğu gibi şu hareketi yapmak, hoplamak, zıplamak, bağırmak hani o anlık tepkiyi almak belgesel sinema için aynı zamanda etik sorunları da bir araya getirebilir. Yani birisinin asılma anını, öldürülme anını, boynunun kesilme anını gösterdiğinizde çok etkili olabilirsiniz ama belgesel sinema bunları bu kadar cesurca kullanmaz. Belgesel sinema şiddetin pornografisini yapmaz. Ama “reels”ta bunu yaparsınız. Çok da seyredilirsiniz, çok da beğenilirsiniz. Ayrım orada başlıyor zaten. Gerçek dünyanın gerçek tarihsel kahramanlarıyla yürür belgesel sinema, oyuncularla değil. Gerçek kişilerle yürür.
Bir de şu var: ben de enstANtane’de yaptım bunu, masumiyet’te de yaptım çünkü artık ben de yeni medyayla bir arada görünmeye çalışıyorum. Fragman ve teaser gibi araçları yeni medyanın olanaklarıyla beraber kullandım. enstANtane’de yedi ayrı dilde altyazı yaptık, yedi ayrı dilde fragmanını da yaptık. Teaserını da yaptık. 15 saniyelik teaser’ımız da var bir dakikalık fragmanımız da. Niye yararlanmayalım ki olanaklardan? Ama bir dakikalık bir film hiç yapmadım.
Harput kısa film festivali, Erzincan kısa film festivali ve sayamadığımız pek çok festivalde juri üyesi olarak da yer aldınız. Festival için gönderilen filmleri hangi kıstaslar doğrultusunda değerlendiriyorsunuz? Size göre bir film hangi ölçüleri karşılarsa mükemmelliğe erişebilir?
Çok iddialı bir cevap olur, bunlara ben bir şey söylemeye çalışırsam. O saydığın festivaller sadece geçenlerde birkaç aylık bir şey. Ben Türkiye’de sadece İstanbul Film Festivalinde ve Adana Altın Koza’da jüri üyeliği yapmadım; onun dışında hemen hemen her yerde jürilik yaptım yani. Ne yazık ki yarışmalarda çok önemli bir problem var. Bu da; jüri üyesinin beğenisi neye göre sınıflandırılır? Ya da beğenmemizi sağlayacak olan şey ele alınan konu mu? Yani temel iki sorun bu.
Bir: subjektif beğeni, iki: beğeninin malzemesi olarak konunun öne çıkması. Bunlar bence çok çok dikkat edilmesi gereken iki unsur. Jüri başkanlığı yaptığım yerlerde tabii ki jüri üyelerine bunu açıyorum, fikrimi söylüyorum oradan kabul gelirse benim kriterlerimi uyguluyorum. Ya da onlar kriterler eklerse tartışıyoruz yeni kriterler koyuyoruz. Doğrusunun ortak kriterler üzerinden değerlendirme olduğunu düşünüyorum. Kritersiz yaptığımız zaman “Ben onu çok beğendim, bana çok ilginç geldi, ben hayatta hiç böyle bir şey görmedim, bu çok güncel bir sorun” gibi her türlü şekilde o filmi öne çıkartabilirsiniz ya da dibe vurabilirsiniz. Sonuçta jüri kararı öznel olacak eninde sonunda. Ama hiç değilse kriterlere uyalım. Yarışmalarda genel olarak savunduğum birkaç kriteri sayabilirim. Tema evrensel mi? Sorunsallaştırılabilen bir tema mı? Bu bir sinema ürünü mü? Yani bir sinematografi ve sinema diline dayalı mı? Araştırmaya dayalı mı? Etik ve ahlaki kurallara uygun mu? Emek yoğun mu? Benim en çok değer verdiğim kriterler bunlar. O yüzden de ben saydığım başlıkları jürilerde dile getiririm. Genellikle de kabul görür. Konu bunlardan sadece bir tanesi, karakter bir tanesi ya da olay bunlardan sadece biri. Adı eğer belgesel sinemaysa bizim öncelikle sinemasını tartışmamız lazım. Konusunu değil.
Bir de çok stratejik de gidiyorlar. Gündem takibi yapılıyor.
O zaten medyanın kaçınılmaz olarak gündem takibi gibi bir derdinin olmasıyla ilgili. Benim belgesel sinemaya bir de şöyle ironik bir yaklaşımım vardır. Yavuz Turgul’un bir filmi vardır “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” diye. 12 Eylül sonrası bir dönem bizim sinemamızda solcu filmler, aydın bunalımı filmleri meşhur olmuştu. Öyle aşk filmleri çekerek bugüne kadar gelmiş ama bugünden sonra onu çekme şansı olmayan bir Yeşilçam yönetmeni bir solcu film çekmeye kalkar, ağzına yüzüne bulaştırır. O yüzden de Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni o filmin adı. Ben de bazen şunu söylüyorum biz seyredilmeyen belgesellerin unutulmayan yönetmenleri olacağız.
Son sorumu biraz da nesiller arası geçiş olması için soruyorum. Mesela sizin ustam diyeceğiniz kişi Suha Arın. Çok da önemli bir insan belgesel sinema için. Bizim de ustam diyebileceğimiz bir kişi olarak siz varsınız. Suha Arın’dan ve bu zamana kadar diğer ustalarınızdan, tecrübelerinizden öğrendiğiniz bize verebileceğiniz en önemli öğüt, verebileceğiniz en önemli öneriniz ne olurdu?
Çok zor sordun ama şunları söyleyebilirim; merakınızı asla ertelemeyin. Merak ettiğiniz bir şeyin üzerine gidin ama bu merak sadece sizin subjektif merakınız olarak kalmasın. Bunu bir bağlam içine oturtabiliyor musunuz? Bunu bir sosyolojik boyut içinde ele alabiliyor musunuz ve bunu yaparken de sinema dilini kullanabiliyor musunuz? Sinemaya özgü bir estetik yaratabiliyor musunuz? Bunlara bakın. Her konuda belgesel yapılır. Ustamla bu konuda çok tartışırdık. “Hayır, her konuda belgesel yapılmaz” derdi. Ben de “Hayır, her konuda belgesel yapılır.” derdim. Böyle atışırdık. Önemli olan her konu değil, o konuyu nasıl ele aldığınız. Belgesel sinemacı karşısında duran o tarihsel dünyayı izleyici dediğimiz o bilmediğimiz kitleye, o dünyaya sadık kalarak ama kendi yorumuyla aktaran kişidir. Dolayısıyla da bu merak, bilgi ve estetik olmadan asla yapılamaz. Sizler de merakınızı aman es geçmeyin bu merakı bilgiyle donatın onu estetikle sinema dilinde buluşturup kalıcı hale getirin.