Ayşecan Tatari: Annelik, var olan kovalarımı aldı, salladı ve içini bambaşka bir şeyle doldurdu.
röportaj: Dilara Yiğit
İstanbul İtalyan Lisesi’nde öğrenimini tamamladı. Çocuklar Duymasın dizisinde 4 sezon “Duygu” rolünü canlandırdıktan sonra oyunculuk eğitimi almak üzere ABD’deki Stella Adler Studio of Acting okuluna gitti. Halen oyunculuğa devam eden Ayşecan Tatari ile oyunculuk kariyeri ve tiyatro üzerine konuştuk. Kendisine samimi tavrı ve güzel sohbetimiz için teşekkür ederiz…
Oyunculuk eğitiminizi ABD’deki Stella Adler Studio Of Acting’de tamamladınız. Bize mesleğinizin sizin için taşıdığı anlamdan bahseder misiniz?
Oyunculuğu ilk öğrendiğim yer okuldan önce ev oldu aslında. Oyuncu bir annenin kızıyım. Dolayısıyla benim oyunculukla ve ne olduğuyla tanışmam çok küçük bir yaşa dayanıyor. Bebekliğimden beri parçası olduğum bir şey. Eve gelen öğrenciler, annemin birilerine parça çalıştırması, öğrencilerinin bizde yatıya kalması, konservatuardaki genç hayatının enerjisi ve benzer şeylere çok küçük yaşlardan itibaren maruz kaldım. Annem beni uyuturken de masal gibi Romeo ve Juliet anlatırdı. Bu oyunculuğun hayatımda oluşunun sadece bir parçası.
Daha sonrası aslında bir tesadüfler zinciri diyebilirim. Çok küçük yaşta kendi yaptığım oyunculuk var. Önce “Evdeki Yabancı”, sonra “Çocuklar Duymasın” gibi ergenliğimin neredeyse büyük yıllarını kapsayan bir dönem var. Bunlar gelişirken oyuncu olmak istediğim konusunda bir fikrim yoktu.
Bir de oyuncu olmaya karar verdiğim asıl kısım var. Yani bu işin eğitimini almak istediğime karar verdiğim kısım. Bu anlamda Stella Adler ve orada gördüklerim oyunculuk konusunun neresinden tutup, nasıl bir yol izlemek istediğime karar verdiğim önemli bir dönemdi. Çünkü oyunculuk doğduğumdan beri hayatımın bir parçası olsa da birkaç bölüme ayrılıyor; çocukluk dönemimde maruz kaldığım oyunculuk ve eğitim sonrasında kendime çizmeyi seçtiğim yol olan oyunculuk. Bir taraftan baktığınız zaman oyuncu bir kocam ve annem var, 9 yaşımdan beri oyunculuk yapıyorum. Oyunculuğun benim için ne ifade ettiğini soruyorsanız hayatımın yüzde %99,9’u oyunculuk zaten.
Çocukluk ve gençlik süreciniz oyunculuk yönünde şekillenirken farklı bir meslek yapmayı düşündünüz mü?
Aslında evet, hatta “Çocuklar Duymasın” bittikten sonra uzunca bir süre başka bir şey yapmak istediğime çok emindim. Bir ara Moda Tasarım ya da Hukuk mu okusam diye düşündüm, ama şimdi baktığımda çizili bir yolda, kendi içimde evcilik oynar gibi başka mesleklerin hayalini kurduğum bir gençlik dönemim olmuş. Ama hepsi geçici oldu, ciddi olarak hayalini kurduğum başka bir meslek olmadı.
Erken yaşta başladığınız oyunculukta “Çocuklar Duymasın” ile kariyerinize önemli bir yön verdiniz. Küçük yaşlardan itibaren mesleğe atılmanın size sağladığı avantajlar var mı? Bize deneyimlerinizden bahseder misiniz?
Avantajları olduğu kadar dezavantajları da vardı. Mesela şunu çok net söyleyebilirim, hayatımda çocuğumla alakalı “böyle bir şeye izin vermem” diyebileceğim çok az şey var. Bunlardan birisi de çocuk yaşta oyuncu olmak. Hiç kimse hayatta belli bir mesafeyi katetmeden böyle bir maruziyete kendini açmamalı. Hele de bu dönemde. Sosyal medyanın şu an geldiği hal ile maruziyetin her alanda arttığı bu dönemde kendi çocuğuma büyük konuşmayayım ama asla izin vermem. Bunu bir yol olarak seçecekse de kendi kararlarını daha iyi vermesi için elimden geleni yaparım.
İlk oyunculuk tecrübenizin nasıl geliştiğini hatırlıyor musunuz?
Annemle birlikte, annemin yapacağı bir dizi görüşmesi için Kanal D’ye gitmiştim. Annem orada toplantı yaparken bana “Sen de oyunculuk yapmak ister misin?” sorusuna bir anda “Evet” dedim ve annem şok geçirdi, “Nasıl yani bir dakika emin misin? Yani hiç istemiyordun” dedi, ben de “İstiyorum, deneyeceğim” dedim ve “Evdeki Yabancı” ile oyunculuk serüvenim başladı. “Evdeki Yabancı” çok makul bir işti. Haftada bir gün okuldan sonra sete gidiyordum, annem de setteydi. Müthiş tatlı anılardı. Annemle ilk çektiğimiz sahneler hala aklımdadır. Çok az insanın annesiyle böyle bir hikayesi olabilir. Senaryoya göre annemlerden para çalmışım, çaldığım parayı da Tardu’ya vermişim. O parayı yerine koymaya çalıştığım için Bostancı’da araba camı silmeye başlıyorum. Annem limuzine benzeyen bir araba ile yaklaşıp camı açıyor, beni görüp “Nazlı” diyor. Daha sonra beni oradan alıp AVM’ye götürüyor. Orada yemek yiyoruz… Hala çok güzel bir anı olarak aklımda. Sonra o biterken “Çocuklar Duymasın”ın görüşmesine gittim. Fakat kimse “Çocuklar Duymasın”ın neye dönüşeceğini bilmiyordu. İlk bölümü TGRT’de ilk 100’de 78. sırada yer almıştı. Yani son derece radar altı bir iş olarak başlamıştı aslında. Doğal olarak da kimse bana “Sen önümüzdeki 4 sene boyunca bütün hayatını ele geçiriyoruz. O kadar görünür olacaksın ki, başına gelecek hiçbir şeyden dolayı sorumluluk kabul etmiyoruz’’ demedi. Dolayısıyla benim evet dediğim şey ile dönüştüğü şey arasında çok büyük bir fark vardı.
Kaç yaşındaydınız o sırada tam olarak?
O dönemki sisteme göre 8. sınıftaydım, lise sınavlarına hazırlanıyordum. Cuma günü okuldan beni setin şoförü alıyordu ve bütün bir hafta sonum sette geçiyordu. İtalyan Lisesi’ne girmek istediğim için, hafta içi okuldan 16.00 civarında dönüyordum. İki özel hoca arka arkaya geliyordu. 13 yaşımdaydım ve ergenlik dönemimin zirvesindeydim. Kendi çocuğumun da bunu yaşamasını istemem diye o nedenle özellikle belirtiyorum. Ki o zaman sosyal medya bu kadar yaygın değildi. Yine de şöyle bir hikayem var: Ekşi Sözlük diye bir şeyin varlığını duyup merak ediyorum. Eve gidip, adımı yazdıktan sonra 5-6 sayfa kadar “O kız ne, o kızı alın oradan…” tarzında yorumlar görüyorum. Bunları okurken 13 yaşımdayım. Şu an orada yazılanların hayatımda bir etkisi yok ama 13 yaşındaki bir çocuğu buna hazırlayamazsınız. Şu an çok daha korunaksız bir ortam var.
Yine de şöyle de bir durum var. Ben 35 yaşımdayım, seçtiğim meslekten, mesleğimi yapış şeklimden, oyunculuğun hayatıma kattığı şeylerden fazlasıyla memnunum. Bunda “Çocuklar Duymasın”ın da oldukça payı vardır. O yüzden şu an onları yaşamış olmaktan razıyım ama kolay mıydı? Hayır değildi. O dönem maruz kaldığım şeyleri düşündüğümde “Çocuklar Duymasın”ın Duygu’su olmama rağmen oyunculuk yapmayı seçtim, onun sayesinde değil aslında diyorum maalesef. O benim için aklamam gereken bir şeydi, hatta okumak için yurt dışına gitmek istememin sebebi buydu. Çünkü burada hiç kimseyle sıfırdan başlayamıyordum. Hep “Çocuklar Duymasın”daki Duygu’ydum ve kendi kararımla oyunculuğa ilk adımı attığım yerde, herkesle kurduğum ilişkinin sıfırdan başlamasını çok istedim.
Türkiye’ye dönüşünüzün ardından başta özel bir tiyatroda ardından İBB Şehir Tiyatroları’nda sahne aldınız. Şehir tiyatrolarına geçmenizdeki en önemli etken neydi?
Çok mistik sebepleri olabilir. Annem İBB Tiyatroları’nda, 9 yaşında oyunculuk yapmaya başlamış. Ben de oyunculuğa 9 yaşımda başladım. İkimizin hayatının ve kariyerinin çok paralellik gösterdiği noktalar var. Ben döndüm ve ilk sahneye DOT tiyatrosunda çıktım. Sonra tiyatroda şöyle bir şey konuşulduğunu duyuyorum “Sırça Hayvan Koleksiyonu” koyulacakmış falan. Anneme “Galiba audition açıyorlar’’ dedim, annem de “Evet, açıyorlarmış” dedi. Çok büyük bir karardı. Annem Şehir Tiyatroları’ndan emekli olduğunda 50. Yılını doldurmuştu, kurum 100. Yılını dolduruyordu o sırada. Bizim ailemiz için Şehir Tiyatroları hep öyledir. Çok aidiyet duyulan bir kurumdur. Girdikten sonra çıkması zor. Kimse sizi orada zorla tutmuyor ama gerçekten sebebini açıklayamayacağım bir şekilde çok aidiyet duyuluyor. O yüzden oraya girmek benim için büyük bir karardı. Auditiona girdim, rolü aldım. Müthiş bir prova süreciydi, harika bir oyundu. Fakat işi sadece bu zannetmeyin. Biz çok sevdiğimiz bir oyunda çok iyi bir metinde bunu yakaladık, o şekilde de sahneye çıktık. Bu her zaman debk gelen bir şey olamayabiliyor. Ama ben bu anlamda hep çok şanslı oldum.
Bugüne kadar şehir tiyatrolarında Tennessee Williams’dan Laura’yı oynadım. Ardından Cyrano De Bergerac’da Roxane’ı oynadım, sonra da Hastalık Hastası’nda Anjelique’i oynadım. Baktığınızda harika bir geçmiş ve müthiş bir kariyer. Hepsinin benim için artıları ve eksileri var. Şimdi yapsam “Şurayı böyle oynarım” dediğim kısımlar var, bu zaten bitmeyen bir süreç. Şehir Tiyatroları’nda, şanslı ve güzel bir kariyerim oldu dediğim gibi. Zaten ben 10. yılımı da bitiriyormuşum. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen zamanlardan bahsediyoruz.
Ailenizin de büyük bir kısmının oyuncu olduğu olduğunu biliyoruz. Oyunculuğa olan yaklaşımınızda ailenizin etkisi oldu mu?
İmkânsız olmaması ve belirttiğim gibi çocukken masal niyetine Shakespeare hikayeleri dinliyordum, nasıl olmayabilirdi? İnsanın vizyonu ve kültürü ilk aldığı yer ailesidir ve ben hep böyle bir çevrenin içinde büyüdüm. Babam oyuncu değil ama ortak bir çevreleri vardı. Hep çok kalabalık sofralar, davetler, etkinlikler… Çocukluğum böyle geçti. Bunun beni şekillendirmemiş olma ihtimali yok. Bir de oyuncu bir kocam var, tiyatroya çok aşık. O yüzden evde konuştuğumuz başka bir konu çok yok. Biz evde baş başa oyunculuk üzerine çok konuşuyoruz. Herhangi bir film izlediğim zaman annem ve eşimle konuştuğum şeyler birbirine benzer. Anne-kız ilişkinizin içine, aynı evde yaşayan iki kadın oyuncuyu koyduğunuz zaman onun da zorlayıcı tarafları oldu tabii. Sonuçta ben de ergenlik sürecimde bir kimlik ortaya koymaya çalışıyordum. Annem de bana diyor ki “Evladım bak aslında bu böyle” ve bunun üzerine çatışıyorsun. Fakat bu çatışma da konuyu çok fazla zenginleştiriyordur.
Sırça Hayvan Koleksiyonu, Hastalık Hastası ve benzer pek çok önemli oyunda sahne aldınız. Daha önce televizyon için önemli yapımlarda yer aldınız. Bize sahne ile ekran arasındaki farklardan bahseder misiniz? Kariyerinizi tiyatro yönünde şekillendirme fikrinizi sizde uyandıran şey neydi?
Dinamikleri çok farklı. Oyunculuğu yaptığınız yer, kullandığınız kaynaklar benzer olabilir ama sette şu var; 12 saat bekliyorsun ve 13. saatte sanki hiç karavanda oturmamış gibi bir enerjiyle sete çıkıyorsun, mesela bu tamamen başka bir spor dalı gibi. Hazırlığı ve ruhsal süreci tamamen başka bir şey. Tiyatroda ise en çok prova kısmından hoşlanıyorum. Ben her oyunun provasını yapıp prömiyerde bir kere oynadıktan sonra ertesi gün yeni bir provaya girebilirim. Bayıldığım esas kısmı prova süreci. Ekranda böyle bir şey pek mümkün olmuyor, sinemada belki. Oyunculuğu seçip konservatuvar okuduğum günden beri tiyatro yapmak istediğimi biliyordum. İçinde olmak istediğim oyunlar tesadüfi bir şekilde denk geldi. Sahnede kendimi çok mutlu hissediyorum, ekranla bu kadar yoğun bir ilişkim yok.
Oyunculukla ilgili gelecek hayalleriniz nedir?
Buradan nereye evrilir bilmiyorum. Belki ilerde öğretmek isteyebilirim. Stella Adler’de öğrendiğim şeyler çok kıymetli bir yolu oluşturuyor. Başka birilerine aktarılması gereken bir yol. Televizyon için iş yapmam gibi bir şey değil söylemek istediğim, hayat buradan nereye gider bilmiyorum sadece. İşimi seviyorum ve her alanını heyecan verici buluyorum.
Tiyatro yaşamınız boyunca sizi yaratıcılık ve üretkenlik noktasında canlı tutan unsurlar nelerdi?
Şöyle hepimizin bir kovası var ve annelik benim kovamı çok doldurdu diyebilirim. Hayatın sana dokunmasına ne kadar izin verirsen, etrafında gördüğün her şeyden etkilenmeye ne kadar açık olursan, hislerini ne kadar ince bir derinin altında tutarsan, onları ne kadar ulaşılabilir kılarsan aslında her şey kovanı doldurabilir. Baktığın güzel bir manzara, ılık bir rüzgârın esişi de olabilir bu. Onun sana bir şey yapmasına izin verirsen, hayata karşı kırılganlığını kaybetmezsen her şey o kovanın içine giriyor. Bazen de kovayı tamamen boşaltıp yeni şeylerle de doldurmak gerekiyor. Film izlemek ya da kitap okumaktan bahsetmiyorum bile. Annelikten sonra sahneye çıktığım ilk oyun beni çok heyecanlandırıyordu. Annelik, var olan kovalarımı aldı, salladı ve içini bambaşka bir şeyle doldurdu. Yeni ve sonsuz bir kaynak…
Sizinle aynı hikâyeyi paylaşmak isteyen genç yetenekler var. Onlara bu noktada verebileceğiniz tavsiyeler var mı?
Bu çok klişe olacak ama insanın kendini tanıması çok önemli. Yüzeysel bir tanımadan bahsetmiyorum. Zayıflıklarıyla barışması, güçlü taraflarını bilmesi çok önemli. Sosyal medyanın herkese yorum hakkı tanımasına karşı bir koruma kalkanı oluşturmalılar. Kendini tanımayı da biraz bu kısımdan söylüyorum. Kendi onayının senin için kıymetli olması gerekiyor. Dolayısıyla ne istediğini bilmek de önemli. Neyi neden istediğini gerçekten bilmek lazım ve hayatta başka kaynaklar da lazım. İşler ters gittiğinde veya durgun bir dönem geçirdiğinde, bir şeyin gelmesini beklemek yerine daima hareket etmeli. Çeviri mi yapıyorsun, okuma tiyatrosuna ilgin mi var ya da bir tiyatroda asistan mısın? Yani kaynakları çoğaltmak gerekiyor. Her şeyi tek bir yere yatırmamak lazım çünkü bir anda onu da yapmak istemeyebilirsin. Kaynakları ne kadar bölersen daha kuvvetli bir hal alıyorsun. Hareket etmek için kimseye ihtiyacınız yok, ben bunu biraz geç öğrendim. Haftada bir kere oyun metni okumak, sabahları yoga yapmak, merak ettiğin bir metodun çevirisini yapmak da bir hareket. Hareket, hareketi çekiyor. Bir şeylerin olmasını beklemek “Çok geç kalıyorum” gibi bir his veriyor. Kendilerine bir hareket alanı açabilirler. Bir tiyatroya gidip “Ben size yardım etmeye geldim” diyebilmek bile bir hareket. Kaynakları çoğaltıp, kendilerini tanımak yapabilecekleri en iyi şey.